100ler

Burada Türkiye'nin geleceğinin nasıl biçimlenmekte olduğu ve biçimleneceği konusundaki sezgilerimi pekiştiren gelişmelere ilişkin haberlere yer veriyorum. Haber linkleri "geleceğin Türkiyesi" ortak paranteziyle okunmalı.

Wednesday, August 31, 2005

Telekom ihalesi, körfez sermayesi için milat oldu

Özelleştirmelerle Türkiye'ye ilgisini gösteren körfez sermayesi, faizsiz bankacılık için de gelecek. Özel finans kurumlarının temsilcileri, bu sermayenin evlilikler şeklinde sektöre giriş yapacağını söylüyor.
http://www.yenisafak.com.tr 1 Eylül 2005

FATMA ÇİFTÇİ / İSTANBUL
Son dört yılda istikrarlı büyüme kaydeden Türkiye, körfez ülkelerindeki sermayeyi kendine çekiyor. Özellikle petrol fiyatlarındaki yükselişle geliri artan körfez ülkelerini Türkiye'de yatırımlarını artırırken, bu sermaye faizsiz bankacılık için de geleceğinin sinyallerini verdi.

Daha önce Türkiye'de yatırım yapan yabancı sermaye içindeki payı yok denecek kadar az olan Arap sermayesi, şimdi öncelikle özelleştirme ihalelerinde kendisini gösteriyor. Son olarak Türk Telekom'da yüzde 55'lik kamu hissesini 6.5 milyar dolara satın alan Suudi ve Lübnan kökenli Oger Telecom, Türkiye'ye olan ilginin en büyük göstergesi oldu. Şimdi ise, başta Tüpraş olmak üzere, sıradaki özelleştirmelerde de Körfez şirketleri kıyasıya rekabete hazırlanıyor.

Avrupa ve ABD'de eski karlar yok

Türk Arap İşadamları Derneği Başkanı Mehmet Hadra, 11 Eylül olayları sonrasında batı ülkelerinden soğuyan ve yatırım yapacak yeni yerler arayan Arap sermayesinin de, istikrarlı ve karlı bir ülke olarak Türkiye'ye yöneldiğini kaydetti.

"Artık Amerika ve Avrupa'da eski karlar yok. Türkiye yükselen bir değer. Yatırım yapılabilir, güvenilir, istikrarlı ve müslüman bir ülke" diyen Hadra, Türkiyedeki yabancı yatırımlar arasında Arap ülkelerinin payının yüzde 3.5 gibi çok düşük bir oranda olduğunu, geçen yıl hareketlenen Arap sermayesinin bu yıl yatırıma başladığını vurguladı. Türk Telekom'un satışının, Arap sermayesinin Türkiye'ye gelişinde bir milat olduğunu dile getiren Hadra, "İlgi, 2006'da da artarak devam edecek. Gayrimenkule de büyük ilgi var. Ayrıca turizm ile de ilgileniyorlar. Bölgeden gelen turist ve turizm yatırımı artacak" diye konuştu. Arap ülkeleri arasında özellikle Suriye'ye dikkat çeken Hadra, bu ülke ile yapılan serbest ticaret anlaşmasının bu yıl sonunda yürürlüğe girmesini beklediklerini, Lübnan ve Ürdün'ün de Türkiye'ye ilgi duyduğunu anlattı. Mehmet Hadra, dernek olarak kendilerinin önümüzdeki ekim ayında Egeli işadamlarını Suriye'ye götüreceklerini de ifade etti.

Özel finansta evlilik olabilir

Enerji ve iletişim sektörüyle ilgisini ortaya koyan Körfez sermayesinin bundan sonra bankacılığa da gireceğini vurgulayan Asya Finans Genel Müdürü Ünal Kabaca da, 'Özel Finans Kurumları sektörüne girebilirler mi?' sorusuna "Daha kuvvetli ihtimalle bu alana da girecekler. Muhtemelen mevcut kurumlarla evlilik şeklinde olabilir" cevabını verdi.

Yabancı sermayede Arapların payı artacak

Yabancı Sermaye Derneği (YASED) Genel Sekreteri Mustafa Alper de, Türkiye'nin bugüne kadar aldığı doğrudan yabancı sermaye yatırımının 22 milyar dolar olduğunu, bunun içinde Arap sermayesinin payı 1 milyar dolarda kaldığını belirtti. Alper, "Ama sadece Telekom'da 6.5 milyar doların geldiğini gördük. Bundan sonra da bu payın hızla artacağını görebileceğiz" diye konuştu.

Araplar, doğrudan yatırım arayışı içinde

Artan petrol fiyatlarının da etkisiyle bölgede oluşan likiditenin, öncelikle sermaye ve gayrımenkul piyasalarına yöneldiğini kaydeden Albaraka Türk Genel Müdürü Adnan Büyükdeniz de "Körfez sermayesinin ağırlıklı ilgi alanı sermaye piyasaları, gayrımenkul, telekom ve bilişim gibi gelişmekte olan sektörler oldu" dedi. Bu sermayenin önemli bir kısmını portföy yatırımı olarak görmek gerektiğini ifade eden Büyükdeniz, ancak doğrudan yatırım için bir arayışın da söz konusu olduğunu dile getirdi.

Türkiye dünyada yükselen değer

Anadolu Finans Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Boydak, Türkiye'nin şu anda dünyada yükselen bir değer olduğunu, yalnız Arap sermayesinin değil, her türlü sermayenin Türkiye'ye ilgi duyduğunu anlattı. Boydak, "Ekonomik istikrarı yakalayan Türkiye, Körfez ülkelerinin Avrupa'ya açılımlarının birinci adresi oldu" diye konuştu.Kayseri Sanayi Odası (KSO) Başkanı Boydak, Körfez sermayesinin Kayseri'ye ilgi duyabileceğini vurguladı.

Monday, August 29, 2005

Küresel ısınma ürkütüyor

ABD şiddetli bir tayfuna hazırlanıyor. Avrupa ise son haftalarda yüksek sıcaklıkların neden olduğu orman yangınları ve şiddetli yağışların neden olduğu sellerle boğuştu. Uzmanlar bu doğal afetlerin arkasında küresel ısınmanın olduğuna dikkat çekiyor.

İSTANBUL- ABD şiddetli bir tayfuna hazırlanıyor. Avrupa ise son haftalarda yüksek sıcaklıkların neden olduğu orman yangınları ve şiddetli yağışların neden olduğu sellerle boğuştu. Uzmanlar bu doğal afetlerin arkasında küresel ısınmanın olduğuna dikkat çekiyor. ABD yakın tarihinin en şiddetli tayfunlarından biriyle karşı karşıya kalırken, çevreciler yine dünyanın dikkatini küresel ısınmaya çekmeye çalışıyor.Atlantik kıyılarında her yıl 1 Haziran’da başlayıp 30 Kasım’da sona eren tayfun sezonu bu yıl her zamankinden daha şiddetli geçiyor. New Orleans kentini tehdit eden ve neredeyse 3 milyon kişinin evlerini boşaltmasına neden olan Katrina, bu yıl ABD sahillerinde görülen 11. tayfun. Uzmanlar küresel ısınmanın etkileri nedeniyle tayfunların sayısının ve şiddetinin giderek arttığına dikkat çekerken, küresel ısınma sadece tayfunlarla da kendini göstermiyor. Son haftalarda Avrupa genelinde görülen olağanüstü hava olaylarının sorumlusunun da küresel ısınma olduğu belirtiliyor. Portekiz yüksek sıcaklıkların etkisiyle başlayan orman yangınları ile mücadele ederken Romanya, Avusturya, Almanya, Bulgaristan ve İsviçre ise şiddetli yağışların neden olduğu sellere teslim oldu. Uzmanlar küresel ısınma ve etkilerine duyarsız kalınmaya devam edilirse, olağanüstü hava koşullarının ve neden olduğu doğal afetlere çok daha sık rastlanacağı konusunda uyarıyorlar.

Yeni Şafak 29 Ağustos 2005

Sunday, August 28, 2005

Telekom’u aldık sırada bankacılık ve turizm var

Hem “İstanbul, sermayenin yeni merkezi” hem de “ABD ile dünya sermayesi çatışıyor” vizyonuyla okunabilecek ve aslında, kendiliğinden, Türkiye’nin yakın geleceğinin sarsılacağı iması da taşıyan ilginç bir haber.

Telekom’u aldık sırada bankacılık ve turizm var

http://www.zaman.com.tr/?bl=ekonomi&alt=&trh=20050829&hn=205741

6,55 milyar dolarlık teklif ile Türk Telekom ihalesini kazanan Oger Grubu, Türkiye’de yeni yatırım fırsatları arayışında. Suudi Arabistan merkezli grubun ilk etapta ilgisini ise bankacılık, emlak ve turizm sektörleri çekiyor.

Saudi Oger Yönetim Kurulu üyesi ve mali işlerden sorumlu Başkan Yardımcısı Muhammed Hariri, Türkiye’ye bir yatırım alanı olarak ilgilerinin, ağabeyi Refik Hariri’nin 3 yıl önce gerçekleştirdiği Türkiye ziyaretini müteakiben başladığını anlatıyor. Ağabeyinin Türkiye’de gelecek açısından önemli bir potansiyel gördüğünü aktaran Hariri, bu aşamadan sonra yakından inceleme sürecine girdiklerini ve emlak yatırımlarından turizm sektörüne, Telsim satışından bankacılığa kadar pek çok sektörle ilgili çalışmalar yürüttüklerini kaydediyor. Hatta kamunun elindeki çimento fabrikaları bile grubun ilgi alanında.

Hariri, nihayetinde iletişim sektörünün satılmayı bekleyen diğer firması Telsim’den ziyade Telekom ihalesine yoğunlaşmaya karar verdiklerini belirterek, “Aslında ilk başta Telsim ile ilgiliydik. Ancak gördük ki Telsim çok zor olacaktı. Türk Telekom ise daha umut vaat ediciydi. Biz de Telekom’a yönelmeyi daha makul bulduk. Telekom uluslararası değilse bile en azından bölgesinde çok önemli yeri var” diyor. Hariri, yapacakları yatırımların yüz milyarlarca dolarla ifade edilen Körfez sermayesinin doğrudan yatırımlar yoluyla ülkeye girmesi için de ikna edici bir rol oynayacağını belirtiyor. Türkiye’ye gelmelerinin Körfez sermayesi tarafından iki farklı tepkiyle karşılandığını aktaran Hariri, “Destek olanlar ve ‘deli misiniz?’ diyenler var. Biz son birkaç yılda atılan adımları ilgiyle izliyoruz. Ekonomik istikrar ve sağlıklı büyümede alınan yol çok önemli. Avrupa Birliği süreci de Türkiye’deki yatırım yapma imkanlarının iyileştirilmesine katkıda bulunacak.” diyor. Körfez’den bugüne dek Türkiye’ye çok fazla yatırım gelmediğine dikkat çeken Hariri, Türkiye’ye bakışın olumlu yönde değiştiğini belirterek şöyle devam ediyor: “Burada en önemli konu gittikçe artan petrol fiyatları. Bu fiyat düzeyinde Körfez ülkelerinde çok para birikecek. Bu da Türkiye’ye gelecek paranın daha da artması anlamına geliyor.”

Hariri, Türk Telekom ile ilgili vizyonlarını açıklarken de firmayı uluslararası iletişim faaliyetlerinin merkezine koyacaklarını aktararak şunları söylüyor: “Türk Telekom’un bizim gelecekteki operasyonlarımız için önemi çok büyük. Orta ve Doğu Avrupa’da büyümeyi hedefliyoruz. Bu büyümelerde merkez üs Türk Telekom olacak. Telekom’un yatırım yaptığı ve gelişim sağladığı yeni pazarları ve ülkeleri görünce gerçekten şaşıracaksınız.” Hariri, Türk Telekom için ödeyecekleri parada bir sorun yaşanmayacağını anlatarak peşinat ve ilk iki taksitin şimdiden hazır olduğunu, bundan ziyade yapacakları yatırımları tartıştıklarını kaydediyor. Saudi Oger ve Telecom Italia ortaklığı altındaki Oger Telecom, Türk Telekom’u alan firma. Bu ortaklığa kısa süre içinde bir yerli firma da katılarak Oger Telekomünikasyon AŞ kurulacak. Türk Telekom’un yüzde 55’i bu şirketin olurken, yüzde 45 şu anki haliyle kamuda kalacak. Hariri’ye göre kamu, elindeki hisselerin yüzde 15-20 gibi bir bölümünü halka arz ile özelleştirmeye devam eder. Bundan sonra da kamunun elinde ‘altın hisse’ nev’inden yüzde 25-30’luk bir pay kalır. Oger’in Türk Telekom hakkında da bazı planları var. Sözgelimi firma, Türk Telekom tarafından verilen kablo TV hizmetine ve Türksat uydu servislerine ayrı yasal kimlik kazandırarak bunları Türk Telekom’a bağlı şirketler gibi yapılandıracak. Hariri ayrıca Avea’da yüzde 40 nispetindeki TIM ve yüzde 20 oranındaki İş Bankası hisselerini tarafların anlaşması halinde alabileceklerine işaret ediyor. Böylece Avea nihai olarak tamamen Oger’in mülkiyetine geçecek. Öte yandan konsorsiyum ortağı TIM ile Oger Telecom, Avea hakkında ‘teknik yardım anlaşması’ imzalamaya hazırlanıyor.

‘İhalede son 50 milyon dolarımdı, teklifi daha fazla artırmayacaktım’

Beyrut’ta Türk gazetecilerle bir araya gelen Saudi Oger yöneticisi, Türk Telekom ihalesini ve Türkiye ile ilgili planlarını değerlendirdi. Telekom ihalesini gördüğü en açık, en şeffaf; ama en zorlularından biri şeklinde tanımlayan Hariri, profesyonelliğin kendilerini etkilediğini söylüyor. İhalede yaşananları da anlatan Hariri, ilk tekliflerde 5 milyar 656 milyon dolar ile en yüksek fiyatı verdiklerini, kendilerinden sonra gelen Etisalat, Çalık ve Dubai İslam Bankası’nın teklifinin ise 4 milyar 201 milyon dolar olduğunu anlatıyor. Üçüncü Koç-Carlyle ortaklığı ise 4 milyar 150 milyon dolar teklif vermiş. İlk iki arasındaki açık müzakerelerin yaşandığı ikinci bölümde, Oger teklifinde hiçbir değişikliğe gitmezken, Etisalat rakamı 5 milyar 700 milyon dolara çıkarmış. Hariri televizyondan canlı yayınlanan açık artırmaların yer aldığı üçüncü bölümde ise Etisalat’tan 50 milyon dolar fazla vererek ihaleyi 6 milyar 550 milyon dolara kazandıklarını hatırlatarak, “Bu, Etisalat’ı memnun etmeyecek; ama benim son ellimdi. Daha fazla artırmayacaktım.” diyor. İhale heyetinde aktif rol alan Oger Telecom Genel Müdürü Paul Doany de, “Bir defada 50 milyon dolar artırıyorsun. 10 kez artırsan yarım milyar dolar. Dile kolay geliyor; ama 50 milyon dolar kesinlikle az para değil.” şeklinde konuşuyor.

4 milyar dolarlık yatırım yolda

Oger Telecom Genel Müdürü Paul Doany, Türk Telekom ihalesine çok iyi hazırlandıklarını ve ihaleyi büyük bir ciddiyet ve yoğun çalışma temposuyla yürüttüklerini anlatıyor. Uluslararası danışmanlık hizmeti veren bir sürü firma ile birlikte çalışan Oger’in teklifinin arkasında çalışan 70’ten fazla profesyonel varmış. Muhasebe ve vergi konularında Yabancı Sermaye Derneği başkanlığını da yürüten Şaban Erdikler’in hizmet sunduğu firma teklif koordinasyonu ve strateji hizmetini ise Analysys’ten Bram Moerman ve Pierre Blanc’tan almış. Türk Telekom da Oger ve TİM ile ortak teklif grubunun diğer üyesi olan British Telekom Telconsult firması Oger’e sabit hatlarda yeni teknoloji, ürün ve hizmetler ile yatırımlar gibi konularda danışmanlık sağlamış. Dünya finans devi Citigroup da Oger’e işletme ve finansman planı ile borç servisi kapasitesi gibi konularda profesyonel destek hizmeti sunmuş. Doany, bu türlü profesyonel desteklerin maliyetini önemsemediklerini, sonuçta bu hizmetler karşılığında elde ettikleri kazancın çok daha büyük olduğunu söylüyor. Paul Doany, uzun mesafeli iletişim hizmeti veren şirketlerin zor durumda olduğu şeklindeki yorumlara da temas ederek, kendilerinin ‘bunlar yok olsun’ gibi bir anlayış içinde olmayacaklarını; ancak ayakta duramayacak şirketleri de kurtarmak gibi bir çaba gütmeyeceklerini dile getiriyor. Bu şirketlerin yapacakları yatırım oranlarının önemli olduğunu aktaran Doany, “Eğer şirket yatırım yapmadan ya da az yatırım yaparak çok para kazanmak derdinde ise bunu desteklememiz mümkün değil.” diyor. Oger Telecom’un Filistin kökenli Genel Müdürü Doany, Telekom ve Avea için orta vadede 4 milyar dolarlık bir yatırım planladıklarını kaydediyor. Bu yatırımın yaklaşık 600 milyon doları Avea’ya, gerisi ise Telekom’a harcanacak. Doany ayrıca Türk Telekom’un geçen yıl uygulamaya soktuğu ve standart, hesaplı hat veya şirket hattı gibi isimleri bulunan fiyat tarifelerinde bir değişiklik düşünmediklerini de kaydediyor.

‘GSM operatörleri Telekom’u sömürmüş’

Doany, sektördeki rekabetçilik anlayışından ise hayli şikayetçi. Rekabet Kurulu ile siyasi iradenin bir rol karmaşası yaşadığını aktaran Doany, “Bu çok anormal bir durum. Siyasetçi kuralını koyar, kurul da bunu uygular. Oysa Türkiye’de durum tam tersi.” diyor. GSM operatörlerini de uyaran Doany, piyasada herkesin oyunu kuralına göre oynayacağını söyleyerek; “Rakiplerimiz kurallara uymazsa ne karşılık vereceğimizi o zaman görürsünüz. Çünkü bugüne kadar GSM operatörleri Telekom’u sömürmüş. Bununla Telekom üzerinden alınan komisyonları kastediyorum. Buna izin vermeyeceğiz.” şeklinde konuşuyor.


Orta Avrupa ve Kafkaslar’da büyüyecek

Suudi Arabistan merkezli Saudi Oger, inşaat, taahhüt, enerji üretimi, bilişim teknolojileri ve iletişim alanlarında faaliyet gösteren halka açık bir firma. Oger’in kurucusu bu yıl başında uğradığı suikast sonucu öldürülen Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri. Hariri, bir lisede kimya öğretmeni olarak görev yaparken kraliyet ailesinin istediği bir inşaatı üstlenmiş. Kralın verdiği süre çok az olduğu için yerli yabancı hiçbir taahhüt firmasının girmeye cesaret edemediği inşaatı, Lübnan’dan getirdiği ucuz işçilerle istenilen süreden de daha az bir zamanda tamamlayan Hariri, kraliyetin takdirini kazanmış. Bundan sonra aldığı peşi peşine ihalelerle büyüyen Hariri’ler bugün Lübnan’ın en zengin ve en sevilen ailesi. Saudi Oger bugün 27 binin üzerinde kişiye istihdam sağlıyor. Firmanın bağlı olduğu grup, otellerden emlakçılığa, sulamadan hastane işletmeciliğine kadar pek çok alanda faaliyet gösteriyor. Grubun, Ortadoğu’nun İsviçre’si diye anılan Lübnan’ın ekonomisinde en önemli yere sahip olan sektörü bankacılıkta da hatırı sayılır bir yeri var. Saudi Oger, Türk Telekom’dan önce Romanya, Güney Afrika ve Portekiz’de sabit ve mobil hat hizmeti veren operatörlere sahip oldu. Ayrıca, Cyberia adlı şirketi ile Lübnan, Suudi Arabistan ve Ürdün’de internet hizmeti verip Future, Zen ve Cable adlı kanallar ile bölgede televizyon yayını yapıyor. Grubun şirketlerinden Oger Telecom ise şu an genişleme planları ile meşgul. Türk Telekom’un yüzde 55’i ile yönetim hakkının alması firmanın bu stratejisinin bir parçası idi. Aynı amaca yönelik olarak firma, Nitel/Mitel’in yüzde 51’i ve yönetimi, Tunus Telekom’un da yüzde 31’i ile ortak yönetim hakkı için teklif verecek. Oger, Türkiye’yi merkeze koyarak özellikle Orta Avrupa, Orta Asya ve Kafkaslar’da büyüme planları yapıyor.
EKONOMİ 29.08.2005 PAZARTESİ
29.08.2005 İbrahim Türkmen Beyrut

Thursday, August 25, 2005

“Evlad-ı fatihan”

Hugh Pope ile Reuters’in muhabiri olarak Türkiye’ye geldiği ilk yıllarda tanıştığımı hatırlıyorum. 1980’lerin sonları, benim henüz Cumhuriyet gazetesinde çalıştığım yıllardı.

O günlerde Hugh bana, Türkiye’de bulunmaktan muzdarip, biraz kibirli bir Oxfordlu gibi görünmüştü. Biri bana “Bu adam uzun yıllar Türkiye’de kalacak, Türkiye ve Türkler üzerine kitaplar yazacak” deseydi, buna en küçük bir ihtimal dahi vermezdim. Fakat, tümüyle yanıldım. Hugh Pope 18 yıldır Türkiye’de yaşıyor. Bu zaman zarfında eşini, çalıştığı gazeteleri değiştirdi (Independent ve Los Angeles Times muhabirliğinden sonra şimdilerde ABD’nin önde gelen gazetelerinden biri olan Wall Street Journal’ın Türkiye temsilcisi), fakat oturduğu kenti, İstanbul’u değiştirmedi. Şimdilerde güneyde bir yerde kendine bir ev inşa etmekle meşgul. Geçen zaman zarfında benim onunla ilgili kanaatim de tabii kökten değişti: Artık onu hayli Türkofil (Türksever) bir İngiliz centilmeni olarak bildiğim gibi, Türkiye’yi olumlu ve olumsuz ama bütün yönleri ve renkleriyle görebilen az sayıdaki değerli yabancı meslektaştan biri olarak çok da takdir ediyorum.

Hugh Pope’un bir gazeteci olarak Türkiye uzmanlığının ilk ürünü, ilk eşi (Le Monde gazetesi Türkiye muhabiri) Nicole Pope ile birlikte kaleme aldıkları “Turkey Unveiled: A History of Modern Turkey / Örtüsüz Türkiye: Modern Türkiye’nin Tarihi (John Murray, 1997) başlıklı kitaptı. Bu kitabın Türkçesi ancak yedi yıl sonra “Çıplak Türkiye: Modern Türkiye’nin Tarihi” (Gelenek Yayınevi, 2004) başlığıyla, izni sonradan alınarak yayımlanabildi. Doğu Türkistan’dan Batı Avrupa ve ABD’ye kadar uzanan coğrafyada yaşayan Türkler üzerine gözlem ve izlenimlerini toplayan, “Sons of the Conquerors: The Rise of the Turkic World / Evlad-ı Fatihan: Türk Dünyasının Yükselişi” (Overlook-Duckworth, 2005) başlıklı yeni kitabı ise neredeyse yayımlanır yayımlanmaz Türkçeye çevrilme ve bir gazete tarafından tefrika edilme teveccühüne uğradı. Çok da iyi oldu. Zira “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan Türk dünyası” ne kadar hayal, ne kadar gerçektir? Bu sorunun tartışılmasında temel alınacak daha yetkin bir kitap bulunmuyor. Yedi yıllık bir emeğin ürünü olan kitabı için kendisini kutladığımda şunları söyledi: “Türkiye’nin üniversitelerinde ve gazetelerinde Türk dünyasına büyük merak duyan birçok insan tanıdım. Ama onların hiçbiri bu dünyanın tamamını yerinde görme ve tanıma imkanına sahip olamadılar. Ben güçlü bir Amerikan gazetesinde çalışmanın sağladığı imkanlarla bunu yapabildim. Bu bakımdan kendimi çok ayrıcalıklı ve şanslı hissediyorum.”

Bir oturuşta okunabilen sürükleyicilikteki kitabın en dikkate değer yanlarından biri, yazarın 20’den fazla ülkeye yayılan 140 milyonluk Türk dünyasını gezip gördükten sonra, bu dünyanın insanlarının paylaştıkları karakteristikler hakkında vardığı sonuçlar. Bir yerde aynen şöyle deniyor: “Zamanla Türki halklar arasında sık rastlanan özellikler konusunda, bilimsel olmayan saptamalarım oldu. Bu özelliklerin başında açıksözlülük, aileye sadakat, korkusuzluk ve risk alma eğilimi sayılabilir. Bunlara büyüklere aşırı saygı, plan yapmaktan haz etmeme, acıya dayanıklılık, hataları kabulden veya özür dilemekten kaçınma, liderlerle aşk-nefret ilişkisi ve önderlik etmeye yatkınlık da eklenebilir. Türklerin çoğu görsel-işitsel olanı yazılı olana tercih eder. Yabancılara karşı sıcak misafirperverlik bazen bundan yararlanma isteğiyle birleşir. Cahilce bir gurur aniden abartılı ve kendine güvenden yoksun üstünlük iddialarına dönüşebilir. Birçok Türk’ün gönlünde bir yanda otoriter yönetime eğilim ile öte yanda hayatta haz ve kazancın ancak kanuna uymamakla elde edilebileceğine dair inanış çarpışır. Türklerin dil ve kültürlerine dair bir aşağılık kompleksini paylaştıklarını da gözledim...” (s. 393)

Yukarıdaki kısa alıntı bile kitabın ilginçliği hakkında bir fikir verebilir. “Evlad-ı fatihan”ın düşündürdükleri ise başka bir yazının konusu.

ŞAHİN ALPAY 25.08.2005 PERŞEMBE
http://www.zaman.com.tr/?hn=204757&bl=yazarlar&trh=20050825

İstanbul’un yarısı kaçak

Bu haber, işlerin, “usuletle ve suhutletle” yürütüldüğünü gösteriyor. İktidarda CHP olsaydı ve vaad edildiği gibi bir yıkım politikası izleseydi acaba olaylar kamuoyuna nasıl yansırdı?


İstanbul'daki 1.500 bin binanın 762 bin'i kaçak. 8 ayda 1658 kaçak yapı yıkıldı. Encümenden yıkım kararı çıkan 100 bin bina yıkılmayı bekliyor.
(Yeni Şafak 25.08.2005)

İSTANBUL- İstanbul'daki yapılarının yarısının kaçak olduğu belirlendi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi İmar Müdürü Şimşek Deniz, İstanbul'da 1 milyon 500 bine yakın yapı bulunduğunu, bunlardan 218 bininin hazine arazisi üzerinde olmak üzere toplam 761 bininin kaçak olduğunu açıkladı. 8 ayda bin 658 kaçak yapının yıkıldığını açıklayan Deniz, 100 binden fazla bina için de yıkım kararı bulunduğuna dikkat çekti.

SADECE YÜZDE 2'Sİ YIKILABİLDİ

İstanbul Büyükşehir Belediyesi İmar Müdürlüğü, 8 ay içinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi İmar Müdürlüğü ve Zabıta Müdürlüğü koordinasyonunda bin 658 kaçak yapı yıkıldı. Ancak İstanbul'da 100 binden fazla hakkında encümen tarafından yıkım kararı verilmiş, yıkımı gerçekleştirilememiş bina var.

SUÇ DUYURUSUNDA BULUNULDU

12 Ekim 2004 tarihinden bu yana kaçak bina yapan veya yaptıranlarla ilgili cumhuriyet savcılıklarına yaklaşık 1200 suç duyurusunda bulunuldu. Suç duyuruları, "Yapı ruhsatiyesi alınmadan veya ruhsata aykırı olarak bina yapan ve yaptıran kişinin 1-5 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılmasını" öngören TCK'nın 184. maddesine göre gerçekleştirildi. Kaçak yapılarla ilgili çalışmalar, deprem ve heyelan riski taşıyan Avcılar (Ambarlı), Gürpınar ve Yakuplu'da, havza ve orman alanı olan Ömerli, Çavuşbaşı ve Kemerburgaz'da, hazine arazisi işgalli gecekondu ve düzensiz yerleşim alanları olan Avcılar (Yeşilkent-Tahtakale), Eyüp (Güzeltepe), Sarıyer ve Kurtköy'de yoğunlaştırıldı. Çalışmalar, Avcılar-Eminönü ve Kadıköy-Tuzla sahil güzergahları, vakıf arazisi işgallerinin olduğu Okmeydanı-Kulaksız ve kaçak sanayi yapıları olan İkitelli, Eyüp Nakipoğlu Sanayi Sitesi ve Zeytinburnu Ata Garajı ve 70 adet kaportacı dükkanını da kapsadı.

İSTANBUL'UN YARISI KAÇAK

İstanbul Büyükşehir Belediyesi İmar Müdürü Şimşek Deniz, kentte kaçak yapılaşmayla mücadelenin yıkım çalışmaları, hukuki girişimler ve eğitim çalışmaları olmak üzere çeşitli yollardan sürdürüldüğünü bildirdi.

CEZASI 5 YIL HAPİS

Kaçak yapı yapmanın 1 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası olduğunu hatırlatan Deniz, TCK'nın 184. maddesine göre kaçak yapı yapanlar ve onlara hizmet götürenler hakkında sürekli olarak cumhuriyet savcılıklarına suç duyurusunda bulunduklarını söyledi. Deniz, özellikle son aylarda yapılan yoğun yıkım çalışmaları ve suç duyurularının caydırıcı etki yaptığını vurgulayarak, "Her gün çalıştığımız halde yetişmek mümkün değil. Ancak yıkım çalışmaları ve suç duyurularıyla kaçak yapılaşma hız kesti, büyük oranda azaldı" dedi. İstanbul'da kaçak yapılaşmayla mücadelenin, öncelikli olarak kamunun faydalandığı, kamu çıkarına olan, sahiller ve vakıf arazileri, tarihi eserleri kapatarak İstanbul siluetini bozan yapılar, havzalar, ormanlar ile deprem ve heyelan bölgelerinde sürdürüldüğünü anlatan Deniz, İstanbul'un elini yüzünü açacak yerlere ağırlık verdiklerini kaydetti. Deniz, "İstanbul'da 218 bin tanesi hazine arazisi üzerinde olmak üzere toplam 761 bin kaçak yapı var. Bu rakamın içinde kaçak bir balkon veya sonradan eklenmiş çatı da var" diye konuştu.

HAVADAN TESPİT

Haftada iki kez yapılan hava uçuşları ve uydu teknolojisini kullanarak yeni yapılan bir gecekonduyu ya da kaçak bir yapıyı anında tespit ettiklerini dile getiren Deniz, belirlenen yeni kaçak binaları ya hemen yıktıklarını ya da yapanlar hakkında suç duyurusunda bulunduklarını bildirdi.

SIRADA 100 BİN YAPI VAR

İmar Kanunu'nun 39. maddesine göre tehlike arz eden yapılar hakkında yıkım kararı verildiğini, heyelan ve depremsellik arz eden bölgelerde de bu çalışmaların yapıldığını anlatan Deniz, içinde insan ve eşya bulunması durumunda konut tahsisi ve enkaz bedeli ödendiğini anlattı. Deniz, "İstanbul'da 100 binden fazla hakkında encümen tarafından yıkım kararı verilmiş, ancak yıkımı gerçekleştirilememiş bina var. İçinde eşya ve insan bulunan binaların yıkımı zor oluyor. İlçe belediyeleri yıkım ihalesi açıyor. Ancak bu durumda istekli olan çıkmıyor" dedi.

Monday, August 22, 2005

Güzellemelere ilişkin

Biz yokken gelen
birikmiş gazetelere
bakıyordum:
Boston Globe
Gezi bölümünde
kapağı
İstanbul’a ayırmış
[JULY 31, 2005]
Sayfa çok güzel duruyor
Tasarım olarak da süper...

New York’ta oturduğu belirtilen kadın yazar
Barbara Lazear Ascher
-Ayrıca bir illustratör var, o da kendi sayfasını yapmış-
Bir yerde diyor ki
Turkey was never a colony of the West...
Pek hoşuma gitti
Bence Türkiye’yi tanıtım kampanyasında
Şu konjonktürde
Bundan vurucu bir ibare az çıkar.
-Zaten yazar da bunu, Türkiye’nin az bilinirliğini açıklamak için vurgulamış-

Lakin aklıma hemen sömürge aydınları geldi:
Kadının dürüstçe sözünü hemen alır götürür
Ve bir punduna getirip
Türkiye’nin Batılı olmadığının söylendiğine, dayarlar, dedim içimden.

Önyargısızlık bir yana
Sevgiyle kaleme alınmış ve 3 sayfaya yayılarak değerlendirilmiş yazıyı okurken
Bir arada anılması çok da gerekmeyen
İki isim geldi aklıma:

Amerika’dan vazgeçmiş görünen dünya sermayesinin
yeni merkez olarak
İstanbul’u seçtiğini
[Ayrıca bakınız 8 Ağustos 2005 Radikal’de soruları yanıtlayan Mahir Kaynak]
söyleyen
Prof. Anıl Çeçen’le
Topkapı Müzesi’ne müdür olan
Prof. İlber Ortaylı.

Ana yazının altına
If you go...
diye bir kutu koymuşlar.
Orada
Istanbul: Memories and the City
başlığıyla
Orhan Pamuk da var.

Anıl Çeçen doğruysa
Orhan Pamuk da büyük planın bir parçası olmalı...
Türklere popülarite kapılarını sımsıkı kapalı tutan dünya
Pamuk’a ardına kadar açıverdi
[Pamuk’un yeteneğiyle bunu hak ettiğini ileri sürenlere - tabiatım gereği - itiraz etmek istiyorum ve fakat onunla boy ölçüşecek bir isim de bulamıyorum; mesela, Pamuk’a karşı kimin hakkı yendi / yeniyor olabilir, diyorum, bir isim bile söyleyemiyorum]
Aleyhtarlarının
tarih için açtıkları
derin kuyuya karşılık
Orhan Pamuk
Belki de
Türkiye’ye
en faydalı bir insan
olarak
yaldızlı haleler içinde
anılacak.
Kimbilir...

Bir İstanbul güzellemesi de Newsweek'ten

AB ile 3 Ekim görüşmeleri öncesinde ABD’den iyi bir destek atışı. Arkası gelecektir daha.
Garip şey şu: Bir yandan Batıda tahsil etmiş gençlerin İstanbul’a döndüğünü söylüyorlar, bir yandan da Türkiye’yi Batıya yöneltmiş Atatürk’e taş atıyorlar. Atatürk üzerinden politika yapanlara yönelik eleştirinin anlaşılacak yanı var ama Atatürk çağdaş Türkiye’nin önünde neye engel, anlaşılması zor.


Turkish Delight
After so many decades of trying to become Western, Istanbul glories in the rediscovery of a very modern identity. European or not, it is one of the coolest cities in the world.

Lynsey Addario / Corbis for Newsweek
A gathering renaissance: from whirling dervishes in the old quarter to the sleek clubs of Beyoglu, signs of change are everywhere
http://www.msnbc.msn.com/id/9024840/site/newsweek/site/newsweek/
By Owen Matthews and Rana Foroohar
Newsweek International
Aug. 29, 2005 issue - Spend a summer night strolling down Istanbul's Istiklal Caddesi, the pedestrian thoroughfare in the city's old Christian quarter of Beyoglu, and you'll hear something surprising. Amid the crowds of nocturnal revelers, a young Uzbek-looking girl plays haunting songs from Central Asia on an ancient Turkic flute called a saz. Nearby, bluesy Greek rembetiko blares from a CD store. Downhill toward the slums of Tarlabasi you hear the wild Balkan rhythms of a Gypsy wedding, while at 360, an ultratrendy rooftop restaurant, the sound is Sufi electronica—cutting-edge beats laced with dervish ritual. And then there are the clubs—Mojo, say, or Babylon—where the young and beautiful rise spontaneously from their tables to link arms and perform a complicated Black Sea line dance, the horon. The wonder is that each and every one of these styles is absolutely native to the city, which for much of its history was the capital of half the known world.

The sounds of today's Istanbul convey something important. They're evidence of a cultural revival that's helping the city reclaim its heritage as a world-class crossroads. After decades of provincialism, decay and economic depression—not to mention the dreary nationalism mandated by a series of governments dominated by the military—Istanbul is re-emerging as one of Europe's great metropolises. "Istanbul is experiencing a rebirth of identity," says Fatih Akin, director of this summer's award-winning film "The Sound of Istanbul," an odyssey through the city's rich musical traditions. Akin grew up in Germany but during the past decade has rediscovered his Turkish roots. "There's such richness," he says. "So many people have crossed Istanbul and left their culture here."

Signs of renewed self-confidence are everywhere. The city is still thickly atmospheric, with bazaars, Byzantine churches and Ottoman mansions pretty much everywhere. But that faded grandeur has recently been leavened with new energy. Stock markets are surging. Young, Western-educated Turks are returning home to start businesses. Foreigners are snapping up choice real estate. Turkish painters, writers, musicians, fashion designers and filmmakers are increasingly in the international spotlight. Two major new private museums devoted to Turkish art, the Istanbul Modern and the Pera Museum, have opened in the past year alone. Private galleries like GalerIst and Platform are showcasing, and fostering, new artists from Turkey and around the region.

The city's renaissance is part and parcel of Turkey's embrace of Europe. It's no accident that the Modern's opening was pushed up last December to coincide with the European Union's decision to begin accession talks with Ankara. Turkey's drive to "join Europe" undergirds the economic reforms that have given both Turks and foreigners the confidence to invest and buoyed the country's prospects. Inflation is in the single digits for the first time in 30 years, unemployment is down and GDP growth is more than 9 percent. Reforms pushed by the EU—from its insistence that the military step back from politics to human-rights and free-speech liberalizations—have reshaped Turkey's political and social landscape. At bottom, Istanbul's new look would not have been not be possible had the country's government not been so determined to prove its Western credentials.

In every area of life, a new generation of young Turks is reaching outward. This year's Art Biennale will draw artists from Bosnia, Iran, Egypt, Greece and Lebanon—a most uncommon mix—while the Web Biennale will feature work by Armenians, Ukrainians, Serbs, Macedonians and Romanians. "Istanbul these days has as much dynamism as New York," says Genco Gulan, director of the Istanbul Contemporary Art Museum. If anything, he enthuses, "Istanbul is more alive. There's more interest here in doing something new."
That cultural vibrancy has come hand in hand with a physical renaissance, the likes of which Istanbul hasn't seen in a century. Begin with Beyoglu, an area of grand 19th-century apartment buildings reminiscent of Budapest or Vienna that was largely abandoned by its Greek and Jewish inhabitants in the 1950s and became a Kurdish and Gypsy slum. "Fifteen years ago, you'd be afraid to go there," says Gulen Guler, a film producer who lives in the neighborhood. Fusion restaurants, organic grocers and designer candle shops now abound, along with the city's trendiest shops, galleries, design studios and clubs—many of them standouts of contemporary design. Beyoglu is also home to a growing colony of young foreigners buying up cheap apartments. "This place is attracting people away from very cool scenes elsewhere, like Berlin," says Andrew Foxall, one of the owners of 20 Million, a design and photography studio in Cukurcuma, the artiest of Beyoglu's enclaves.

The rise of Beyoglu is a good metaphor —for Istanbul as a whole. At its best, it showcases all that's original and vibrant in the city. At its worst, it does just the opposite—testifying to Turkey's cultural insecurities. Yes, the melting pot that is the Istiklal Caddesi is genuine enough. But what to make of the Fransiz Sokak, a whole street filled with faux French cafes and restaurants, complete with baguettes and piped accordion music? Contrast that with the restaurant Dilara's Abracadabra, whose owner, Dilara Erbay, conjures up a truly innovative new food culture based on traditional seasonal rhythms. "This is Anatolia, a very spiritual and holy place," says Erbay. "Anatolian food is alive, all the old stories are there. We prepare special foods when someone dies, when they are born, when guests come. You can tell all your life in food." Erbay's next big thing is Sufi cuisine, simple and pure food eaten from a communal bowl "to symbolize love and oneness," rooted in Turkey's ancient culture of Sufi Islamic mysticism.

It's a constant tussle, this East-West divide. For years being cool and innovative has long meant, simply, being Western. "Kemal Ataturk wanted to change Turkey into a Western country; everything from our own culture was forbidden," recalls Fatih Akin. Now, he adds, more and more Turkish artists are rediscovering their own voices, grounded in their own traditions rather than borrowed ones. Listen, for instance, to the weird, haunting melodies of the dervish rituals that shape the mesmerizing electronic music of Mercan Dede, who mixes Sufi classical music played on the ney (a kind of flute) with computer beats. Look at the upper floors of the Pera Museum, dedicated to the work of young Turkish artists. (One female painter crowns her angry self-portrait with a Byzantine-style gold halo; a digital photomontage of horses and soldiers turns what might have been a battle of classical Greece and Persia into something resembling a videogame; in one photo of a large mosque, minarets tilt at 45 degrees, evoking missiles.) Or try on some of designer Gonul Paksoy's sumptuous Ottoman-inspired gowns made of antique silks and rich embroidery. These are all signs of a cultural voice growing from within, and no longer imported from abroad.

Not all the new art is a celebration. Filmmaker Kutlug Ataman, shortlisted for last year's prestigious British Turner Prize, cuts close to Turkey's sociocultural bone. His latest video installation, "Kuba," constructs a communal portrait of life in an Istanbul shantytown, voice by voice. The subjects range from criminals, drug addicts and teenage delinquents to religious radicals and the poor—an uncomfortably real slice of daily life at the margins.

Bold artistic voices like Ataman's are bound to collide with Turkey's many taboos—nationalist versus European, modern versus traditional, secular versus religious. While bright young things drink and flirt in expensive Beyoglu restaurants, the more numerous poor look on in bewilderment and not a little disapproval. Outside one trendy record shop specializing in reggae and rap, graffiti on the wall reads RAP NO—MUSLIM YES. And just a hundred meters from the lively bars of Istiklal, an armored personnel carrier stands permanently parked outside the police headquarters on Tarlabasi Boulevard, ready for use during the sporadic disorders among Tarlabasi's largely Kurdish minority.

Istanbul and its artists are testing new political limits as well. Aynur, a Kurdish singer featured in "The Sound of Istanbul," recalls that when she started performing 10 years ago, police would pull the plug on her. With new laws (another nod to the EU) authorizing broadcasts in Kurdish, she can now sing wherever and whenever she wants. But, she says, "I only wish these changes were happening because we really believed in them, not because we're becoming members of the EU." Even novelist Orhan Pamuk, whose books have been a huge success in Turkey and the West, was pilloried by nationalists earlier this year when he dared to ask what had happened to the Armenians of the Ottoman Empire in 1915, when hundreds of thousands were killed.

Still, taken together, the changes have been dramatic. For decades now, Greeks and Turks have lived in enmity. Yet the Pozitif photo gallery in Galata is currently hosting a show of stark images from Imroz, a Turkish Aegean island with a tiny, and dying, Greek population. It's a sad exhibit, says photographer Murat Yaykin, but "it's important to tell the story" of how Greeks and Turks not so long ago lived side by side in harmony. A huge crowd also turned out last month when Greek singer Aliki Kayaloglou performed poetry by Greek poets Elytis, Kavafis and Sappho, as well as Turkish poet Nazim Hikmet, set to music by contemporary Greek composer Manos Hadjidakis. Greek contemporary pop sells well in the record shops on Istiklal.

Perhaps most encouraging is the fact that, as Istanbul goes, so goes much of the rest of the country. The megalopolis accounts for roughly 45 percent of national industry, 55 percent of GDP and 60 percent of the country's exports. A whole generation of young Turks, educated abroad, is now being drawn back to their homeland, stoking the city's dynamism. Memduh Karakullukcu, 35, schooled at MIT, Columbia and the London School of Economics, worked as an investment banker and consultant in Europe and the United States before returning to head Istanbul Technical University's prestigious technology incubator. "For the first time, living in Istanbul doesn't mean that I'm left out of the major social and financial networks," he says. "I can be part of all that from here." These new repatriates bring a worldliness and an openness their parents' generation lacks. "There's a cultural shift. Both Turks and foreigners are excited about the possibilities of the city, which has been a well-kept secret for so long," says Oya Eczacibasi, chairwoman of the Istanbul Modern.

Europe may yet balk at admitting Turkey to its Union. Yet the world won't end if it does. All signs suggest that Istanbul will continue to re-create itself, perhaps even more energetically. Remember the sounds of Istanbul's streets—European and Turkish and Balkan and Middle Eastern, all coming together in a strange but beautiful harmony.

© 2005 Newsweek, Inc.

Boston Globe'dan bir İstanbul güzellemesi

Boston Globe’taki bu yazı Newsweek’den önce çıktı. Yazar New York’ta oturuyor...

Istanbul
A foray into the soul of this ancient city whose domes and minarets, stories and spices leave you wanting more
By Barbara Lazear Ascher, Globe Correspondent | July 31, 2005

http://www.boston.com/travel/articles/2005/07/31/istanbul/?page=3

(Correction: Because of a reporting error, a story on Istanbul in Sunday's Travel section gave an incorrect date for Byzantium's absorption into the Roman Empire. The city, which is now Istanbul, became part of the empire in 74 BC.)

ISTANBUL -- ''If only they didn't call it Turkey," the guide sighs, his tone heavy with an end-of-empire melancholy not unfamiliar to the Turkish soul. He imagines that his own city, Istanbul, is tourism's stepchild compared with, say, Rome. ''I mean, if they called it 'Italy,' everyone would come."

Alas, that one's been taken, but Byzantium, perhaps. Or a name borrowed from the seas that send their sweet breezes over this history-laden land. Bosphorus. Aegaeum Mare. Mediterraneus. Would you come, lured by the melody of such tender sobriquets? Would you come to this domed city, site of ancient blood and lust bound up in the mosaic and gold of eternity?

It doesn't take a name change. Converts are won through exposure. And should you find yourself perched atop Istanbul's most coveted aerie, the rooftop of the Four Seasons Hotel, if the waiter exemplifying the deservedly famous Turkish hospitality brings you a pale green, icy drink of local lemon and crushed mint from the hotel's herb garden as you gaze out at afternoon light turning the Bosphorus to molten silver, you will know that this first visit will not be your last.

Flaubert suggested that six months were required to ''know" Istanbul. He was a quick study. Perhaps six years. It takes six days to understand that just as you think you are ''seeing" the city, the mirage evaporates to be replaced by another. Turkey was never a colony of the West; therefore, there is little that is familiar. Should you come here imagining yourself a Yeatsian pilgrim sailing to Byzantium, you might think you have arrived when you spot the famed skyline of domes, minarets, and red tiles. But given time, you come to understand that sailing to Byzantium is sailing to an idea of a place rather than the place itself.

Istanbul is an idea of a place. It was founded on prophecy and dream. Byzas was among the first dreamers arriving on this site in the 7th century BC after consulting the oracle at Delphi. Byzantium thrived until it was absorbed into the Holy Roman Empire in AD 196.

The divine ''sign" given to Constantine that this would be the site of his New Rome was that tools mysteriously missing from his camp just as mysteriously showed up here.

If you are to discover this city, if you are to eavesdrop on conversations of the centuries, know that Flaubert's time frame will merely whet your appetite. It will take many visits over many years to satisfy the craving for cuisine featuring sweet vegetables, tender lamb, briny fish, and rice cooked 100 ways. It will take any number of visits to observe the Ottoman splendors. And who can possibly keep the history straight? Even the locals are caught off guard by the deep layers of their past.

''Just try to build something around here," an Istanbullus laments, referring to failed attempts to extend a subway line. ''You dig down and you hit a Roman road or a Byzantine wall." The state protects its ruins. Town planning is that of the ancients.

Perhaps that explains the chaotic sense of this pulsing city. Streets wind and twist and appear to go nowhere except, if you're lucky, to an arbor-covered seafood restaurant. It is best to throw away all attempts at order and control and simply allow yourself to get lost enough to be found.

So much is left to the imagination. When visiting the sultan's bedchamber in Topkapi Palace, one can only imagine the ceremonious love scenes between Murad III and his chief wife, Safie, kidnapped from her Venetian family to become the most prized member of the sultan's harem. (Etiquette dictated that she enter the bed from the foot and slowly, ceremoniously, work her way up to her lover's lips.)

Imagine the 17th-century languor of virgins reclining in the sultan's harem after a day of lessons in music and art. And if for a moment, you wonder how any man could find peace and comfort in a palace full of women, there's a merchant in the 15th-century Grand Bazaar who will sell you an ''ancient" concoction of 15 spices and herbs, ''the secret recipe of the sultans." She smiles knowingly. ''After all, he had hundreds of wives." Then after a serious pause, she instructs, ''Take a teaspoonful after dinner. No more."

This is only slightly suspicious, because if you are fortunate enough to find your way through winding streets of dogs and children at play to the fish restaurant Balikçi Sabahattin, and if you ask the waiter to bring you whatever is good that night, and if you eat rice rich with flavors so mysterious that you ask the secret, you'll be told: ''Fifteen spices."

Do not even try to decipher Turkish. It will so exhaust your brain that you will have no energy left for wrapping it around dates of the Byzantine and Ottoman empires. It is a language in which meaning and preposition and question and answer and mood can all be tacked onto one word. A Faulkner sentence would be one word in Turkish. For instance, ''Musambalamamaliydik?" Translation: ''Should we not have lined it with linoleum?"

To continue your tour with imagination ready to fill in the blanks of glories long departed, you won't want to miss the Basilica Cistern built by Justinian in 532 to store water, the Byzantine delicacy of Kariye Mosque, the Hippodrome constructed by the Roman emperor Septimius Severus where 95,000 spectators once cheered chariot racers. You will stand in awe of the craft required by those who worked 26,000 Iznik tiles into the shimmering glaze of the 17th-century Blue Mosque's mosaics. And yes, the dome of the 6th-century Ayasofya (or Hagia Sophia) does seem to float. Having come all this way, do you want to leave without seeing the 86-carat Spoonmaker's diamond, the emerald-encrusted dagger, the golden cradle of the princes at Topkapi Palace? Since it would take a week to see the palace in its entirety, you might consider limiting your first visit to the Harem and the Treasury. Go early before busloads of other seekers arrive.Continued...
(Correction: Because of a reporting error, a story on Istanbul in Sunday's Travel section gave an incorrect date for Byzantium's absorption into the Roman Empire. The city, which is now Istanbul, became part of the empire in 74 BC.)

ISTANBUL -- ''If only they didn't call it Turkey," the guide sighs, his tone heavy with an end-of-empire melancholy not unfamiliar to the Turkish soul. He imagines that his own city, Istanbul, is tourism's stepchild compared with, say, Rome. ''I mean, if they called it 'Italy,' everyone would come."

Alas, that one's been taken, but Byzantium, perhaps. Or a name borrowed from the seas that send their sweet breezes over this history-laden land. Bosphorus. Aegaeum Mare. Mediterraneus. Would you come, lured by the melody of such tender sobriquets? Would you come to this domed city, site of ancient blood and lust bound up in the mosaic and gold of eternity?

It doesn't take a name change. Converts are won through exposure. And should you find yourself perched atop Istanbul's most coveted aerie, the rooftop of the Four Seasons Hotel, if the waiter exemplifying the deservedly famous Turkish hospitality brings you a pale green, icy drink of local lemon and crushed mint from the hotel's herb garden as you gaze out at afternoon light turning the Bosphorus to molten silver, you will know that this first visit will not be your last.

Flaubert suggested that six months were required to ''know" Istanbul. He was a quick study. Perhaps six years. It takes six days to understand that just as you think you are ''seeing" the city, the mirage evaporates to be replaced by another. Turkey was never a colony of the West; therefore, there is little that is familiar. Should you come here imagining yourself a Yeatsian pilgrim sailing to Byzantium, you might think you have arrived when you spot the famed skyline of domes, minarets, and red tiles. But given time, you come to understand that sailing to Byzantium is sailing to an idea of a place rather than the place itself.

Istanbul is an idea of a place. It was founded on prophecy and dream. Byzas was among the first dreamers arriving on this site in the 7th century BC after consulting the oracle at Delphi. Byzantium thrived until it was absorbed into the Holy Roman Empire in AD 196.

The divine ''sign" given to Constantine that this would be the site of his New Rome was that tools mysteriously missing from his camp just as mysteriously showed up here.

If you are to discover this city, if you are to eavesdrop on conversations of the centuries, know that Flaubert's time frame will merely whet your appetite. It will take many visits over many years to satisfy the craving for cuisine featuring sweet vegetables, tender lamb, briny fish, and rice cooked 100 ways. It will take any number of visits to observe the Ottoman splendors. And who can possibly keep the history straight? Even the locals are caught off guard by the deep layers of their past.

''Just try to build something around here," an Istanbullus laments, referring to failed attempts to extend a subway line. ''You dig down and you hit a Roman road or a Byzantine wall." The state protects its ruins. Town planning is that of the ancients.

Perhaps that explains the chaotic sense of this pulsing city. Streets wind and twist and appear to go nowhere except, if you're lucky, to an arbor-covered seafood restaurant. It is best to throw away all attempts at order and control and simply allow yourself to get lost enough to be found.

So much is left to the imagination. When visiting the sultan's bedchamber in Topkapi Palace, one can only imagine the ceremonious love scenes between Murad III and his chief wife, Safie, kidnapped from her Venetian family to become the most prized member of the sultan's harem. (Etiquette dictated that she enter the bed from the foot and slowly, ceremoniously, work her way up to her lover's lips.)

Imagine the 17th-century languor of virgins reclining in the sultan's harem after a day of lessons in music and art. And if for a moment, you wonder how any man could find peace and comfort in a palace full of women, there's a merchant in the 15th-century Grand Bazaar who will sell you an ''ancient" concoction of 15 spices and herbs, ''the secret recipe of the sultans." She smiles knowingly. ''After all, he had hundreds of wives." Then after a serious pause, she instructs, ''Take a teaspoonful after dinner. No more."

This is only slightly suspicious, because if you are fortunate enough to find your way through winding streets of dogs and children at play to the fish restaurant Balikçi Sabahattin, and if you ask the waiter to bring you whatever is good that night, and if you eat rice rich with flavors so mysterious that you ask the secret, you'll be told: ''Fifteen spices."

Do not even try to decipher Turkish. It will so exhaust your brain that you will have no energy left for wrapping it around dates of the Byzantine and Ottoman empires. It is a language in which meaning and preposition and question and answer and mood can all be tacked onto one word. A Faulkner sentence would be one word in Turkish. For instance, ''Musambalamamaliydik?" Translation: ''Should we not have lined it with linoleum?"

To continue your tour with imagination ready to fill in the blanks of glories long departed, you won't want to miss the Basilica Cistern built by Justinian in 532 to store water, the Byzantine delicacy of Kariye Mosque, the Hippodrome constructed by the Roman emperor Septimius Severus where 95,000 spectators once cheered chariot racers. You will stand in awe of the craft required by those who worked 26,000 Iznik tiles into the shimmering glaze of the 17th-century Blue Mosque's mosaics. And yes, the dome of the 6th-century Ayasofya (or Hagia Sophia) does seem to float. Having come all this way, do you want to leave without seeing the 86-carat Spoonmaker's diamond, the emerald-encrusted dagger, the golden cradle of the princes at Topkapi Palace? Since it would take a week to see the palace in its entirety, you might consider limiting your first visit to the Harem and the Treasury. Go early before busloads of other seekers arrive.

You mustn't leave without hiring a boat to cruise the Bosphorus (the strait that connects the Black Sea and the Marmara, that divides European Istanbul from Asian Istanbul) and stare at the city from the water. Or going to the bazaar to return boasting of your hard bargain, getting those evil eyes for $2 when the merchant demanded $10. (Who did he think you were?)

Yes, yes. All of this. Yet, there is something quieter here, something less hysterical than the building of monuments to personal or religious glory. There is something tender about a place that has been the site of so many earnest attempts to foil mortality. There is something familiar in the belief that beauty can bind up passion and give it eternal life. You need unplanned, quiet hours to hear the echoes of such yearning.

Chances are that when you hear the daily calls to prayer, resounding from a hundred minarets, you will find yourself called to secular reflection. There is something to be said for such wake-up calls, a reminder that not all knowledge exists in your guidebook. In Istanbul, knowledge as we know it -- say, knowledge of works by Antoni Gaudi in Barcelona or Mies van der Rohe in Chicago, the coordinates by which we steer to get to ''know" a place -- are strangely elusive.

When evening falls, though, one can begin to sense the soul of Istanbul lumbering down through the ages, rising out of the sea and resonating off mosque walls, sighing from the tops of minarets. Nighttime is best for spying on this city. After dark, when the tourists have departed for the provinces, hotels and cruise ships, when the rug merchants have rolled up their wares, when the old men who play cards and drink black tea in glasses in cafes have gone wherever old men go, this is the time to wander the streets.

Note how the lighted domes of the Blue Mosque and Ayasofya seem poised for takeoff. So delicately are they set atop their foundations, a mere breeze could lift them as though they were skirts on young girls. Breathe deeply and catch the perfume of brine, rose, and lemon. Like courtesans, cities have their particular scent. It tells a lot. You could find yourself back by scent alone.

Your searching for the soul of Istanbul will be served best if limited to the old city. No doubt you have heard tales of swimming across the Bosphorus from the Ciragan Palace Hotel. Or so it seems when you breaststroke across the hotel pool at the water's edge. And yes, wandering its Ottoman gardens can make one feel like a sultan in the making, but you have to take a taxi in often heavy traffic to get to the heart of Istanbul, the Sultanahmet, in the old city.

For this, the best points of departure and return are the world's most luxurious former prison, the Four Seasons, or its neighboring, more modest inn, Yesil Ev. From here, you can wander the streets in early morning or late evening and be alone with the sound of your feet against ancient stones and the best guide in Istanbul, your own imagination.

Barbara Lazear Ascher is a freelance writer in New York.

© Copyright 2005 Globe Newspaper Company.